16 Ekim 2014 Perşembe

Şimdi medeniyet konuşmak lazım


Şimdi medeniyet konuşmak lazım

10 Ekim 2014, Cuma
Siyaset ve savaşlar ile öğretilen altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu artık kültürü, medeniyeti ve sanatı ile de öğretilmek zorunda. Necdet Öztürk’ün kitabı bu yolda atılmış iyi niyetli bir adım.
Şanlı muzafferiyetlerimiz” tabirini ilk ne zaman işittik? Ama şöyle bir geriye yaslanıp tahayyül ettiğimizde zihne evvela ortaokul sıralarının geleceği muhakkak. Hafızasını kurcalamakta beis görenler için meseleyi az daha berraklaştıralım. Kara tahtanın orta yerine asılmış Osmanlı haritasının yanı başında beyaz önlüklü tarih hocası, elindeki çubukla Mohaç Ovası’nı işaret etmektedir. Pürdikkat talebeler, savaşın o canhıraş manzarasını dinlerken, hocanın dilinden dökülen her kelime hatta telaffuzdaki tonlama bile, muhayyel çarpışmaların seyrini tayin edecektir. Ne var ki, akabinde çalan ders zili efsunlu havayı aniden dağıtır, öğrenciler kapıdan dışarı koşarken az evvel zihninden geçen puslu manzaralar yok olup gitmiştir artık. Kala kala “şanlı tarihimizden” işte bu tamlama kalmıştır geriye.
Evet, okul sıralarında tarihin çarpışmalar, cenkler ve fatihlerle olan veçhesine belki de ihtiyaç fazlası bir alaka gösterdik. Üç kıtada hüküm süren, her türlü muarız güce nizâmât veren o renkli harita medar-ı iftiharımız oldu. Fakat imparatorluğu en geniş sınırlara ulaştırma ve nüfuz edebilmedeki insan unsuru, adalet mekanizması, medeni tavır, kadim sanatlar nedense hep birkaç adım geride kaldı. Hatta çoğu kez, lüzumsuz ve fuzulî bilindi. Erken yaşlarda kazanılması elzem olan o malumat silsilesi, ancak tesiri sınırlı vakıf ve cemiyetlere havale edilirken, devlet mekanizmaları tarafından atıl bırakıldı. Muattal kalmaya da devam ediyor denebilir.
Medeniyeti tanımak meselesi
Haftanın kitabı köşesinde sıradaki kitap tarif ettiğimiz boşluğu kapamak adına gösterilen bir çabanın semeresi. “14.–15. Asır Osmanlı Kültür Tarihi, Devlet Düzeni, Sosyal Hayat” kitabı derslerini müfredatın kuru hatlarından kurtarmak isteyen tarih hocalarının temin etmesi gerekli kaynaklardan. Bilge Kültür Sanat Yayınevi’nden çıkan kitabı Necdet Öztürk, daha önce kendinin yaptığı iki farklı çalışmayı derleyerek vücuda getirmiş. İslam kültür ve medeniyetinin bu topraklarda zirveye giden yoldaki başlangıç safhasını ele alıyor. İlk kısımda Osmanlı idare, eğitim, hukuk, ticaret ve sanat müesseseleri kısa ve tematik bir tarzda işleniyorken, ikinci kısım Müslüman tebanın sosyal dinamiklerini teşkil edecek detaylar yer almış. Yazar sûr-u sultanî denilen padişah düğünlerini, sultanın dillere destan hediyelerini, yemekleri, at yarışlarını, ateşbazları anlatırken, Türk folklorunun simgeleşen kıyafetlerini, kıyafetlerin ilginç hikâyeleri de, kitabın içinde derç etmiş. Türk-İslam süsleme sanatının gözde motifleri ve o kıvrımlarda saklanan efsaneleri okurken, bir yandan da yer adları hikâyeleri, sohbet meclisleri, hamamlar, çarşılar bir bir göz önüne serilecek.
Eski dilin cazibesi mi, cenazesi mi?
Kitabın mezkur asırlardan kalma evraktan devşirilip olduğu gibi sunulması, popüler tarih severleri ürkütecek kabilden. Ama tarihçiler için mahdut bir zaman dilimini aktardığı için başucu kitabı vasfını da haiz bu kitap. Eski metinlerin Latin harflerine aktarılarak verilmesi zaman zaman dizginini kaçırmaya sebep olabiliyor. Günümüz diline intibak edebilmek için zaman zaman etimolojik teşrihlere müracaat edilmiş. 14 ve 15. asırların kayıtlarına bakarak o günün nabzını tutabilmek ve daha eski tarihlerde vuku bulmuş hadiseleri Ortaçağ zaviyesinden görebilmek de mümkün. Ayrıca, bugüne kadar ulaşan efsanelerin membaına inip nereden ve nasıl türediklerine dair fikir yürütme imkanı sunuyor. Kitapta, tabii afetler, salgınlar, yangınlar, kıtlık ve hatta çekirge istilasının dahi kronolojik kaydına ulaşabilmek, tüm bunların dışında tarihi bir romana ilham verecek tarzda hadiselere tanıklık edebilmek fırsatı okuyucuya sunulmuş. Hasılı, muhtevasıyla zengin olması ve buna istinaden geniş bir kitleye hitap etmesine rağmen iyi bir editöryal pansumana ihtiyacı olan kitap, iyi niyetli bir çalışma. Sonuna iliştirilen mini lügat ve kuşe kâğıda basılı resimler de bunun ispatı. Yalnız, bu tür kitapların etkili bir tesir uyandırması şu hedeften geçiyor ki, akademi camiası ile tarihin eşiğinde duran müptedi kalabalık arasında bir nokta bulunduğu vakit o matlup hâsıl olacaktır. Tarihi romandan ziyade diliyle maziye celp edecek, belgesel kitap mahiyetinde.

Bebekler için peygamber tavsiyeleri


Bebekler için peygamber tavsiyeleri

3 Ekim 2014, Cuma
9 ay süren sancılı bekleyiş sona erdi, bebeğinizi kucağınıza aldınız. Yemesi içmesi, sağlık durumu derken eş-dost çevresi çeşitli tavsiyeler verdi. Peki bu tavsiyelerin kaçta kaçı sünnete uygun dersiniz?
Çocuk doğar doğmaz sağdan soldan bin bir çeşit hurafe çalınır kulağınıza. Bebek doğduktan sonra anneye, bebeğini üç ezan miktarınca emzirmemesi söylenir, gelen ilk sütün toprağa atılması önerilir. Göbek bağı cami avlusuna gömülürse bebeğinin dindar, okulun bahçesine gömülürse âlim olacağına inanılır. “Kırkı çıkmadan tırnağını kesme, kesersen hırsız olur. Tuzlu suyla yıkarsan büyüyünce ter kokmaz. Saçını kestirme, bebeğinin ömrü kısa olur.” derken önüm arkam sağım solum hurafe! Sünnet-i seniyyeye uygun yaşamak ise hurafeler karşısındaki en güzel reçete. Nitekim Efendiler Efendisi(sas), torunlarına da ashabın yeni doğanlarına da çeşitli uygulamalarda bulunuyor. Merhum Prof. Dr. İbrahim Canan, “Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye” isimli eserinde anne-babanın doğumdan sonraki ilk günlerdeki sorumluluğunu şöyle aktarıyor:
İlk giysi: Hz. Fatıma validemizin doğumunda bulunan Sevde bint Misrah, Hz. Hüseyin doğar doğmaz onun göbeğini keser ve bebeği sarı bir beze sarar. Doğumdan sonra teşrif eden Allah Resulü, bebeği kucağına alır, sarı bezi çıkarır ve onu beyaz bir beze sarar. Dolayısıyla yenidoğan çocuğun beyaz bir beze sarılması da sünnet.
İlk gıda (tahnîk): Efendimiz, yeni doğan çocuğun midesine inen ilk gıdaya dikkat eder. Bebeklere tahnîkte bulunur. (Tahnîk, hurma ve benzeri bir şeyi ağızda çiğnedikten sonra çocuğun damağını onunla ovmak demek.) Hz. Aişe validemiz, doğan çocukların Hz. Peygamber’e getirildiğini, O’nun bebeklere hayır dua edip tahnîkte bulunduğunu belirtir. Örneğin torunu Hz. Hasan’ı kucağına alır, acve denilen iyi cins hurmayı kendi ağzında çocuğun alabileceği kıvama getirdikten sonra onunla bebeğin damağını ovar. Çeşitli rivayetler, bunu başka bebeklere uyguladığını gösterir. Ebû Musa’nın oğlu İbrahim, Münzir ibn Ebî Üseyd, Abdullah ibn Abbas, Abdullah ibn Zübeyr, Efendimiz’in tahnîk ettiği sahabilerden birkaçı.
İlk telkin: Bundan maksat, çocuğun kulağına okunan ezan ve kâmettir ki Efendimiz, yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okumayı tavsiye eder. Hz. Hüseyin’in rivayetine göre Peygamberimiz, “Kimin bir çocuğu olur da sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okursa o çocuğa ümmüsıbyan hastalığı zarar vermez.” buyurur. Kendisi de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in kulaklarına ezan okumuştur.
Hediye ve ziyafet: Çocuğu ‘kalplerin meyvesi’ olarak nitelendiren Efendimiz için doğum büyük bir sevinç vesilesidir. Oğlu İbrahim doğunca kendisine doğum müjdesini getiren Ebu Rafi’ye hediyeler verir. Bu sevincin bir başka tezahürü de ziyafet vermek ki, bu ikramdan maksat, şükretmek ve gelenlerin duasını almak.
İsim vermek: Yeni doğan çocuğa güzel bir isim koymak, ebeveynin en önemli görevlerinden. Zira çocuğa konulan isim hem dünyada hem ahirette geçerli. Efendimiz, “Siz kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız, öyle ise isimlerinizi güzel kılın.” buyurur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) kötü manaya gelen isimleri iyilerle de değiştirir. Örneğin ‘Uzza putunun kulu’ anlamını taşıyan Abdu’l-uzza’yı, Allah’ın kulu manasına gelen Abdullah ile değiştirir. Çocuğa doğduğu günün akşamı isim verilmesi tavsiye edilir fakat bu, 7. güne kadar ertelenebilir.
Akika kurbanı: Yeni doğan çocuğun ilk günlerinde Allah’a şükran nişanesi olarak kesilen kurbana akika kurbanı adı verilir. (Akika, yenidoğan çocuğun başındaki ana tüyü anlamına gelir.) Efendimiz, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için birer koçla akika kurbanı keser, akikayı soranlara “Çocuğu doğan, istediği takdirde kurban kessin.” buyurur. Hz. Enes’ten gelen rivayete göre Allah Resulü, peygamberlik geldikten sonra kendisi için de akika kurbanı kesmiştir. Akika, doğumun 7., 14. veya 21. günlerinde kesilebilir. Bu günlerde kesilemediği takdirde çocuk büluğ çağına gelinceye kadar kesilebilir. Akika kurbanı, eşe-dosta, konu-komşuya dağıtılabileceği gibi kesen kişi ve ailesi tarafından da yenilebilir.
Sünnet etmek: Sünnetin hangi yaşlarda yapılacağına dair ortak bir görüş yok. Çocuk, büluğ zamanı ya da büluğdan önce sünnet olabilir. Ancak bazı kaynaklarda Hz. Peygamber’in torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i doğumlarının yedinci gününde sünnet ettirdiği bilgisi yer alır.
Kulağın delinmesi: Yedinci günde yapılması gereken ameliyelerden biri olarak geçer. Bu, ziynet maksadıyla kız çocukları için tanınan bir cevazı ifade eder. Erkek çocukların kulaklarının delinmesi ise mekruh. Hanbeliler, hasıl edeceği elem sebebiyle kızlar için de kerahetine hükmeder, Hanefiler sünnette nehiy gelmemesinden dolayı uygulamaya izin verir.
Başın tıraş edilmesi: Efendimiz, kızı Fatıma’dan çocukların başlarını tıraş edip saçları ağırlığınca sadaka vermesini ister. Fatıma Validemiz, çocukları tıraş eder ve saçları ağırlığınca gümüş tasadduk eder. Hatta Hz. Hüseyin’in saçının bir dirhem geldiğini bildirir.

Bilinmeyen hazine; Hacet Namazı

Nasıl kılınır, hangi dualar okunur?

Bilinmeyen hazine; Hacet Namazı

Bilinmeyen hazine; Hacet Namazı
ÖZEL HABER

 - İSTANBUL
22 Kasım 2013, Cuma
Namaz, kulun bütün meşguliyetlerden sıyrılıp Allah’a yönelmesi... Dua, ilahi hazinesinden talepte bulunması... Hacet namazı ise bu ikisinin buluştuğu, ihtiyaç sahiplerine lütfedilmiş bir ibadet.
İnsan hayatı hep bir koşuşturma, hep bir imtihandır. Eğitim, iş, aile hayatı derken sürekli bir mücadele gerektirir. Ve insan kendi açısından daima en mükemmelini ister. İyi  bir eğitim almak, iyi bir işte çalışmak, huzurlu bir yuva kurmak... Bunlara ulaşmaya çalışırken de sürekli engeller çıkar karşısına, yüce Yaratıcı’ya sığınıp dualarla aşması gereken... Sadece dünyevi arzular ya da sıkıntılar da değildir bizi duaya yönlendiren. Kimi zaman manevi değerler uğruna mücadele eder, İslam’ın güzelliğini her yerde duyurmak için çaba harcarız. Ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılı dönemlerin bir an önce aşılması için üzerimize düşen gayreti gösteririz ancak zahmetsiz rahmet olmaz misali genellikle bu yollar dikenlerle dolu olur. İşte o zaman Allah’a sığınıp, O’na el açarak yolumuzun açılmasını dileriz. Kısacası dünyevi, uhrevi ya da büyük küçük tüm dert ve arzularımız için en güzel silahtır duamız. Dua etmenin de çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri de hacet namazı...
Hacet namazı, kulların çok da farkına varamadığı muhteşem bir hazine. Rivayete göre bir yaz günü Hazreti Enes’e (ra) bahçıvanı gelerek, yağmur yağmadığından ve bahçenin kuruduğundan yakınır. Bu haber üzerine Hazreti Enes, Resûlullah’ın, “Herhangi bir ihtiyacı olan kimse iki rekât namaz kıldıktan sonra Allah’a dua etsin.” şeklindeki tavsiyesini hatırlar. Su isteyerek abdest alıp namaza durur. Selam verdikten sonra bahçıvanına, “Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun?” diye sorar. Bahçıvan, “Göremiyorum.” der. Hz. Enes, tekrar içeri girip namaz kılmaya devam eder. Birkaç kez bahçıvana, “Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun?” diye sorunca adam, “Kuş kanadı gibi bir bulut görüyorum.” der. Bunun üzerine Hz. Enes, namazını ve duasını sürdürür. Az sonra bahçıvan, Hazreti Enes’in yanına gelir ve “Gök bulutla kaplandı ve yağmur yağmaya başladı.” der. Bunun üzerine Enes (ra), “Haydi, ata bin de yağmurun nerelere kadar yağdığına bak.” der. Bahçıvan, etrafı dolaştığında, yağmurun sadece Hazreti Enes’in büyük bahçesine yağdığını görür. (İbn-i Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 7: 21-22)
Hacet namazının değerini bilmiyoruz
Kur’an-ı Kerim’in Bakara Sûresi’nin 153. ayetinde “Ey iman edenler! Allah’tan sabırla ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” buyruluyor. Bu ayet de duanın namazla desteklenmesindeki önemi açıkça vurguluyor. Cemil Tokpınar, çeşitli nafile ibadetleri derlediği ‘Can Simitleri’ kitabında, hacet namazı gibi bir hazineden insanların istifade edemediğinden yakınıyor: “Biz müminler hacet namazı gibi benzersiz bir hazinemiz olmasına rağmen bu namazdan hakkıyla istifade edemiyoruz. Maalesef yaptığımız bir ankete katılan müminlerin yüzde 47’si hacet namazını hiç kılmadığını söyledi.” Tokpınar, hacet namazının önemine dikkat çekmek için kitabında şöyle bir örnek veriyor: Sahabelerden Ebu Mı’lâk (ra) isminde ticaretle uğraşan bir zat vardı. Bir defasında ticaret için yolculuk yapıyordu. O zamanlarda yol güvenliği yoktu. Bu yüzden karşısına silahlı bir eşkıya çıktı. “Neyin varsa çıkar, seni öldüreceğim.” dedi. Bu tehdit karşısında Ebu Mı’lâk, “Maksadın mal almaksa al.” dedi. Hırsız ise malı almakla birlikte izini de kaybettirmek istiyordu. “Ben sadece senin canını istiyorum.” dedi. Ebu Mı’lâk da hırsızdan namaz kılması için izin istedi. Hırsızın izin vermesiyle birlikte Ebu Mı’lâk, namaz kılarak dua etti. Duasını üç defa tekrarlayan Ebu Mı’lak, duayı bitirir bitirmez silahlı bir atlının hırsıza hızla yaklaştığını gördü ve atlı, hırsızı bir mızrak saplayarak öldürdü. Ebu Mı’lâk, kim olduğu sorduğu atlıdan, melek olduğunu ve kıldığı namazla, ettiği dua vesilesiyle kendisine geldiği cevabını aldı: “Şunu bil ki abdest alıp dört rekat namaz kılan ve bu duayı yapan kimsenin, zorda olsun veya olmasın duası kabul edilir.” (İbn-i Hâcer, el-İsâbe, c. 4:182)

Hacet namazı nasıl kılınır?

Hacet namazı iki, dört ya da on iki rekat şeklinde kılınabilir. Efendimiz’den (sas) edilen bir rivayete göre hacet namazının ilk rekatında Fatiha’dan sonra üç defa Ayete’l-Kürsi, diğer rekatlarda da Fatiha’dan sonra sırasıyla birer defa İhlas, Felak ve Nas sûreleri okunur. Namazın bitiminde Allah’a hamd ve sena, Peygamber Efendimiz’e (sas) de salat ve selamdan sonra hacet duası olarak bilinen şu dua okunur:
“Allahümme innî es’elüke tevfîka ehli’l-hüdâ ve a’mele ehli’l yakîni ve münâsahete ehli’t-tevbeti ve azme ehli’s-sabri ve cidde ehli’l-haşyeti ve talebe ehli’r–rağbeti ve teabbüde ehli’l-vera’i ve irfâne ehli’l-ilmi hattâ ehâfek. Allahümme innî es’elüke mehâfeten tahcizünî an ma’siyetike hatta a’mele bi-tâatike amelen estehikku bihî rızâke ve hatt’a ünâsıhake bi’t-tevbeti havfen minke ve hattâ uhlisa leke’n-nasîhate hubben leke ve hattâ etevekkele aleyke fî’l-umûri husni zannın bike. Subhâne hâlikı’n-nûr.”
Duanın anlamı ise şöyle: “Allah’ım, Senden hidayet ehlinin başarısını, yakîn ehlinin amellerini, tevbe ehlinin öğütleşmesini, sabır ehlinin azmini, haşyet ehlinin ciddiyetini, rağbet ehlinin talebini, verâ ehlinin ibadetini, ilim ehlinin irfanını isterim ki, Senden gereği gibi korkayım. Allah’ım Senden öyle bir korku isterim ki, o beni Sana isyandan men etsin. Tâ ki, Sana itaat ile öyle amel edeyim ki, onunla Senin rızana ereyim. Senden korkarak tevbeyle Sana döneyim. Sırf Senin sevgini kazanmak için hâlis nasihat edeyim. Her işte Sana güvenip Sana dayanayım. Sana güzel zan besleyeyim. Nûrun yaratıcısı Allah’ı teşbih ederim.” Kimi kaynaklarda hacet namazının kılınma vakti yatsı namazından sonra olarak geçse de kişi kendi halet-i ruhiyesine göre anlık bir sıkıntıya düştüğünde ya da Allah’tan herhangi bir dileği olduğunda bu namazı kılabilir.

Arkadan çekiştirenin ‘Vay haline!’


Arkadan çekiştirenin ‘Vay haline!’

10 Ekim 2014, Cuma
Hümeze Sûresi, Mekke’de indirilen ve adını ilk ayetinden alan bir sûre. İnsan haklarına saygının temelini anlatan sûrede Allahü Teala, başkalarını küçümsememe ve ayıplamama ve onların haysiyetiyle oynamama prensibini getiriyor.
Ateşle oyun olmaz denir ki doğru. Çünkü onun birdenbire büyüme, etrafı yakıp kavurma ihtimali her zaman var. Ve elbette bir ateş içinde birçok cilve de mevcut. Üşüyenin derdine derman olduğu gibi, kimi zaman yangın olup insanların canını yakıp kül edebilir. Bir ateş de var ki azab için yaratılmış. Hümeze Sûresi’nde belirtildiği üzere onun adı ‘hutame’, Allah’ın tutuşturulmuş ateşi. “Rahmetim gazabımı geçti” buyuran Allahü Teâla, Kur’an’daki sûreler ve ayetler adedince kullarına rahmet saçıyor, gazabını mûcib olan amellerden onları sakındırıyor. Hümeze Sûresi’nde de birtakım incelikleri gözetmeyenlerin, ayrıntı sandığı kabahatleri biriktirenlerin ahirette uğratılacakları elim azabı haber veriyor.
Hümeze Sûresi, Mekke’de indirilen ve adını ilk ayetinden alan bir sûre. Allah (cc) bu sûrede insanları arkasından çekiştiren veya kaş göz işaretiyle onları küçük düşüren ve onlarla alay eden kimselerin bu davranışlarının çirkinliğini ve onları bekleyen cehennemin dehşetini tasvir ediyor. Sûrede, “Vay haline her hümeze ve lümeze’nin! Böylesi mal yığar ve onu sayar durur. Malının kendisini ebedî yaşatacağını sanır. Hayır! (Vazgeçsin bu hülyadan, malı kendisini kurtaramaz) Mutlaka o ‘hutame’ye fırlatılır. Bilir misin hutame nedir?  Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Bir ateş ki ta kalplere kadar işleyip yakar. Bu ateş mahzeninin kapıları, üzerlerine kapatılacaktır.” buyuruyor. Sûre ismini birinci ayette geçen, “başkalarını arkadan çekiştirip kötülemeyi huy edinen kimse” anlamındaki hümeze kelimesinden alıyor. Aynı ayette yer alan lümeze ise “insanları yüzlerine karşı ayıplayıp küçük düşürmeyi huy edinen kimse” demek. Kaynaklar, sûrenin Mekkî olduğunda ittifak etmişler. Kıyâme Sûresi’nden sonra, Mürselât Sûresi’nden önce nazil olduğuna dair rivayetler dikkate alındığında Efendimiz Hz. Muhammed’in (sas) peygamber oluşunun üç veya dördüncü yılında indiği söylenebilir. Bu yıllar, İslâm’ın gösterdiği gelişme karşısında Mekke müşriklerinin telâşa kapılıp onu durdurmak ve engellemek için birtakım tedbirlere başvurdukları ve başta Resûl-i Ekrem olmak üzere Müslümanların ileri gelenlerini kötüleyip gözden düşürmeye çalıştıkları yıllar. Sûrenin Cemîl b. Âmir, Ahnes b. Şerîk, Velîd b. Mugre veya Ümeyye b. Halef hakkında nâzil olduğuna dair rivayetler bulunuyor. Zira bunlar Hz. Peygamber’i ve ileri gelen Müslümanları kötüleyip arkadan çekiştirmeyi huy edinmişler. Ancak ayetteki “li-külli hümezetin lümezeh” ifadesinden bunların birkaç kişiden ibaret olmadığı anlaşılıyor. Sûrede bu kişilerin yaptıklarına örnek olmak üzere bir kimseyi arkadan çekiştirip kötülemenin veya kusurlarını yüzüne karşı söyleyip hakaret etmek suretiyle küçük düşürmenin çirkinliği vurgulanıyor.
Ebedi kurtuluş reçetesinden sonra insan haklarının temel prensipleri anlatılıyor
Hümeze Sûresi’nde insan karakterinin başlıca iki özelliği tahlil ediliyor. Birincisi, hemmazlık ve gammazlık ki bu tür insanlar gerek sözle ve gerekse davranışlarla insanları hafife almayı huy ediniyor. İkincisi ise insanları kategorize eden ve sınıflandıran aşağılanmaya reva gördükleri ile bir şekilde eğlenmeyi âdet edinen insan karakterize ediliyor. İnsanların belki de yeterince önemsemediği bu davranışların sürdürülmesi ve bir bakıma huy edinilmesi, hemmazlık ve gammazlık cümlesiyle ifade ediliyor. Bu tür hatalara düşenler işledikleri cürmün ne büyük vebal olduğunu yeterince bilmeyebilir. Ancak Allah’ın bunları Kur’an-ı Kerîm’inde nasıl bir üslupla takbih ettiği ehline malum. Çünkü bunlar netice itibarıyla toplumun ifsadını müncer olacak sevimsiz davranış ve insanların birbirine itimadını zedeleyen, karşılıklı sevgi ve saygıyı yok eden gereksiz işler. Sûrede insan ilişkilerinde temel olan ahlâk ilkelerinin önemli bir kuralına dikkat çekiyor. İnsanları arkadan çekiştirip kötüleme ve karalamanın, yüzlerine karşı hakaret ederek veya dolaylı yollardan alay edip küçük düşürmeye uğraşmanın, sözlü olarak veya el kol, kaş göz işaretleri yaparak onların şeref ve haysiyetiyle oynamanın ve bunu bir alışkanlık haline getirmek çok kötü davranışlar olduğu belirtiliyor. “Vay haline!” diye söze başlayarak bu kötü huy sahiplerini şiddetle kınayan sûre, kendilerinin çok daha kötü bir duruma düşeceklerini, acıklı bir azaba uğrayacaklarını bildiren ayetlerle son buluyor. Üstelik yığdıkları servete ve sayıp durdukları paraya güvenerek insanlarla alay edip kalplerini kıranların, cehennemin, adına “hutame” denilen ve içine atılan her şeyi yakıp bitiren, kırıp geçiren özel bir bölümünde azap göreceklerini haber veriyor. Bu ateş onları yüreklerinin içinden sarıp yakalayacağını, upuzun bir boru içine tıkanıp kalmış gibi çaresiz bırakacağını belirtiyor. İftiraya ve hakarete uğrayan insanın yüreği nasıl yanarsa dünya malına güvenip herkesi küçük düşürmeye çalışan, inciten hümeze ve lümeze tiplerin de böyle bir özel ateşte yanacağını haber veriyor. Hümeze Sûresi’nden bir önceki Asr Sûresi’nde ebedî kurtuluşa erecek insanların başlıca nitelikleri gösteriliyor. Bu sûrede ise servet hırsına kapılan, zenginliğiyle şımarıp kendini adeta ölümsüz bir varlık gibi görecek insanlara has ahlâk bozukluklarına işaret ediliyor. Allah’ın kullarını sınamak için verdiği, serveti ve genel olarak gücü mutlak bir değer gibi telakki edip bu imkânlara sahip oldukları için kendilerinde mâsum insanları tahkir etme hakkı görenlerin ve böylece insanların kişilik haklarına zarar verenlerin âhirette mâruz kalacakları ceza veciz bir şekilde anlatılıyor.

Şeytan bize bu altı noktadan saldırıyor


Şeytan bize bu altı noktadan saldırıyor
ÖZEL HABER

10 Ekim 2014, Cuma
İnsan tâ çocukluğundan başlayarak ruhunun bedeninden ayrılacağı ana kadar çeşitli imtihanlarla yüz yüze gelir. Hayat baştan başa, değişik derinlikte bir imtihanlar zinciri olarak devam eder durur. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de 29. Mektup’taki Hücumât-ı Sitte risalesinde bu imtihanların en tehlikeli olanlarına 6 ana başlık altında dikkat çeker.
1- Hubb-u câh (Makam-mansıp sevgisi)
Bediüzzaman’ın deşifre ettiği zaaflarımızın başında gelir. Bunun bir ayağında ‘bilinme arzusu’, diğer ayağında egoyu besleyen ‘hükmetme isteği’ yer alır. Nitekim insanoğlu şöhret hırsına kapılarak makam sevgisine tutulabilir, iktidar sevdasıyla ve birilerine hükmetme arzusuyla da bu zaafı besleyebilir. Üstad, bu zaafı dünya ehli için sıkıntılı, ahiret ehli için gayet tehlikeli bulur. Bu damarın kardeşlerini mağlup etmesinden korkar. Zira makam bağımlısı kişi, aynı zamanda bir teveccüh tiryakisidir; o her yerde takdir edilmeyi bekler, alkışlanmayı ister, beğenilmeyi ve methedilmeyi diler. Özellikle de dünya hayatını her şey sanan kimselerde, makam arzusu had safhadadır ki makamının gölgesinde birtakım arzularını gerçekleştirmeye uğraşır; üzerinde bol bir elbise gibi duran o makamı dolduramadığından komik duruma düşer, beklentilerin altında ezilir. Bazı insanlar ise nisbî payelerin geçici olduğunu bilir, elde ettiği imkânı Hak yolunda değerlendirir, bulundukları makamı daha anlamlı hale getirir. Şüphesiz ikincilerin durumunu makam sevdası ya da kıdem arzusu şeklinde değerlendirmek haksızlık olur.
Hubb-u cahın yüzünü başka yöne çevirmek gerektiğini aktaran Nur müellifi, Allah’ın teveccü-hünün yanında kul teveccühünün bir zerre hükmünde olduğunu söyler. Makam, mansıbın kabir kapısında söneceğini ifade ederek insanlardan iltifat bekleme hissini; Allah’ın iltifatı, peygamberin teveccühü, meleklerin takdiri ve büyük zatların ilgisiyle kıyaslar ve bu hissi susturmamızı tavsiye eder. İnanan insanlar, kendilerinden önce yaşayıp gitmiş olan makam-mansıp sahiplerinin akıbetlerini düşünmeli ve dünyalık bakımından en debdebeli bir hayat süren kimselerin bile sonunda mezar denen iki metrelik makamla yetinmek zorunda kaldıklarını hatırdan çıkarmamalı. Çünkü hubb-u câh herkesin yakalanması muhtemel olan öldürücü bir hastalık. Bu hastalığa yakalanmama hususunda hiç kimsenin teminatı yok. Bu sebeple insan, her gün kalbini defaatle cilalamalı; iç dünyasını, tıpkı bir kandili parlatıyor gibi parlatmalı. Unutulmamalı ki Allah’ın teveccühü büyük bir makamdır, insanlığın en büyük makamı ise Marifetullah’tır (Allah’ı bilme).
2- Hiss-i havf (Korku)
Şeytanın altı tuzağından birini havf (korku) olarak zikreden Bediüzzaman, zalimlerin korku damarını kullanarak insanları sindirmeye çalıştığını söyler: “Dessas zalimler bu korku damarından çok istifade ediyorlar ve onunla korkakları gemlendiriyorlar. Çok ehemmiyetsiz evhamla çok ehemmiyetli şeyleri onlara feda ettiriyorlar.” Üstad, korkan kişinin kuruntulara kapılacağını, sinekten kaçarken yılanın ağzına gireceğini dile getirir. Ona göre korku duygusu, hayatı zorlaştırmak için insana verilen bir yük değil. Aksine bizi tehdit eden tehlikelere karşı ihtiyatlı hareket etmemiz için verilen önemli bir savunma mekanizmasıdır. Bu duygu sayesinde, tehlikelerden kaçınma ve kendini kontrol etme fırsatını yakalarız. Fethullah Gülen Hocaefendi de “Hak ve hakikate inanmış bir sinenin bu illetten kurtulması, ancak imanıyla metafizik gerilime geçip ‘Bin izzetim, bin haysiyetim ve bin şerefim olsa da, hepsi bu uğurda feda olsun. Ölüm ancak Allah’ın elindedir.’ kanaatleriyle aşılabilir. Zira kimseden korkmamanın yegâne çaresi, korkulması gereken gerçek kaynaktan korkmakla mümkündür.” diyerek korkuyu doğru yere kanalize etmemizi tavsiye eder.
3- Tamah (Açgözlülük)
Nur müellifi, şeytanın bizi tamah damarından avladığını dile getirir. Onun tamahla kastettiği daha ziyade rızk ve geçim derdi konusunda gösterilen hırstır. Rızkın mahlûkat arasındaki ilâhî taksimatını anlamayan insan, rızkından endişe etmeye başlar. Bu da, insanın rızk arama çabasında hırs ve tamah göstermesine sebep olur. İhlâsı kıran, uhrevî amelleri zedeleyen en önemli tuzaklardan birinin tamah olduğunu ifade eden Üstad’a göre bu duygu bizi riyaya sürükler. Bundan kurtulmanın çaresi de iktisat, kanaat, tevekkül ve kısmetine rıza göstermektir. Rızkın     kaderle tayin edilmiş olduğuna inanmak, Rabb’in rahmetine sebep olur. Helal ve meşru rızık insanın aczine ve fakrına binaen gelir. Kanaat edip iktisatla davranan bir kimse hiçbir zaman darlık ve yokluğa maruz kalmaz. Hûd Sûresi’nde geçen “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek Allah’a mahsustur.” ayeti, dünya malına gösterdiğimiz hırsın beyhudeliğini gösterir. Efendimiz’in kutlu beyanları da bunu destekler: “Nafakan için üzülme! Zira senin için takdir edilen rızk, seni bulacaktır.”
4- Irkçılık
Üstad, yaşadığı dönemde dünya siyasetine yön veren ve Osmanlı’daki Müslüman toplulukların bile devletten kopmasına sebep olan milliyetçilik fikrini menfî ve müsbet olarak ikiye ayırır. Menfi milliyetçiliği unsuriyet ve ırkçılık olarak değerlendirir. Ona göre bu düşünce zararlıdır, başkalarını yutmakla beslenir ve düşmanlıkla devam eder. İslâm toplumlarının başına gelen en büyük felaketlerin ırkçı politikalardan kaynaklandığını söyler. Menfî fikr-i milliyet, ideolojik ve düşünce bakımından İslâm’ın dünya görüşüne uymadığı gibi pratik açıdan da Müslümanlara fayda sağlamaz. Bediüzzaman, müsbet fikr-i milliyet kavramını ise Kur’an’daki millet kavramıyla aynı manada kullanır. (İlahi Beyan’da 16 yerde geçen millet kelimesi, din anlamında kullanılır.) Ona göre bu durum sosyal hayatın bir gerçeğidir. Yardımlaşma ve iş bölümünü sağlar. İslâm kardeşliğini artıracak bir vasıtadır. Üstad, İslam’ın insanlığa getirdiği barış, huzur, adalet ve saadetin İslâm milliyetçiliği ile bozulmayacağı düşüncesini taşır.
5- Enaniyet (Benlik sevgisi)
Şeytanın tuzaklarından bahsederken enaniyete dikkat çeken Bediüzzaman, fıtratımıza yerleştirilen bu duygunun nimet ya da nikmet (musibet) olabileceğini söyler. O, enenin Hz. Âdem’den bu yana nuranî bir tuba-i cennet ve aynı zamanda müthiş bir zakkum-u cehennem çekirdeği taşıdığını ifade eder. Nitekim enaniyet, kulluğun şuuruna vardıran ve Allah’a ulaştıran bir kapı olabilir. Bu duyguyla O’nun (cc) isim ve sıfatları bir derece bilinir, kendi sınırlarının farkına varan insan Rabb’inin sınırsızlığını anlar. Aynı enaniyet, kendisini Yaratıcı’ya eşitlemeye çalışan, gurur ve kibirle “Her şeyi ben yaptım, ben ettim.” düşüncesine sevk ederek şirke de götürebilir. Nur müellifi, “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enaniyetle vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda eh-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor.” diyerek bu şeytanî sıfata karşı bizi tetikte olmaya çağırır. Bencillikten kurtulmak ve Üstad’ın ifadesiyle ene’yi (ben’i) nahnü’ye (biz’e) dönüştürmek gerekir.
6- Tembellik ve tenperverlik (Rahata düşkünlük)
Bediüzzaman bu tuzakla insanın, Kur’an hizmetinden alıkonulacağına dikkat çeker. Vazifenin kudsî, hizmetin ulvî olduğunu söyleyen Üstad, “Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.” der. Münazarat adlı eserinde de tenperverliği, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olarak nitelendirir. Ona göre şeytanın tembellik tuzağı hür adamı esir eder, insandaki himmet ve gayret özelliklerinin ayağına pranga vurur. Kendilerini tembelliğe salmış insanların başardıkları bir şey de yoktur. Okul hayatı başarısızlıkla geçer, günlük yaşamı düzensizdir, evin geçimini üstlenemez. Bu durum işine yansır. İbadet ü taatte bile benzeri yaklaşımları sergiler. Peygamber Efendimiz bu tuzağa düşmemek için “Allah’ım! Tembellikten, ihtiyarlıktan, korkaklıktan, cimrilikten, deccal fitnesinden ve kabir azabından Sana sığınırım.” diyerek dua eder.

‘Yaratılış’ın Hikmetleri


‘Yaratılış’ın Hikmetleri

26 Eylül 2014, Cuma
İmam Gazzâlî’nin, ‘El-Hikme fî Mahlûkatillah’ eserinin Türkçe tercümesi ‘Yaratılış Hikmetleri’  adıyla yayımlandı. Eser hacimce kü­çük olmasına rağmen pek çok önemli hikmeti ihtiva ediyor.
Hicri 450 senesinde (Miladi 1058) Horasan’ın Tus şehrinde doğdu İmam Gazzâlî. Şafii fukahasından ve Eş’arî kelâmcısı. Feylesoflara yönelttiği eleştirilerle tanınıyor. Tam adı; Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî. Lakaplarından biri İslam’ın delili manasında ‘Hüccetü’l-İslâm’. Bir diğeri ise ‘Zeynüddin et-Tusi’. Babasının mesleği yün eğirmek,  Gazzâlî nispeti buradan geliyor. Pek çok ilimde kıymetli eserler kaleme almış Fıkıhta Vasît, İhyaü Ulumi’d-Din, Mişkatu’l-Envar, el-İktisad fi’l-İ’tikad, Ulumu’n-Nazar, Makasidü’l-Felasife ve el-Hikme fî Mahlûkatillah eserlerinden birkaçı.
Vakıa suresinin 62. ayetinde “Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz; düşünüp ibret almanız gerekmez mi?” buyurulduğu üzere, Allah’ın kullarına vadettiği tüm güzellikleri kavramak, tefekkürden geçiyor. Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet, düşünen insanlar için yaratılıştaki hikmetlerden haber veriyor. İmam Gazzâlî de ‘el-Hikme fî Mahlûkatillah’ isimli eseriyle buna rehberlik ediyor. Mehmet Akıncı’nın ‘Yaratılış Hikmetleri’ adı altında günümüz Türkçesine tercüme ettiği kitap Nefes Yayınevi tarafından yayımlandı.
İmam Gazzâlî, kitapta gezegenler, yer­küre, denizler, su, hava, ateş, insan, kuşlar, yırtıcı hay­vanlar, bal arısı, karınca, örümcek, ipek böceği, balık ve bitki gibi pek çok varlığın yaratılış hikmetine değiniyor. Allah’ın (cc) azameti karşısında kalplerin ürperti duymasını şöyle ortaya koyuyor: “Allah’ı (cc) bilmek için yaratılıştaki harikaları görmek, mahlûkatın yaratılış hikmetlerini kavramak gerekir. Kalp­teki yakîni kuvvetlendirmenin yolu budur. Allah (cc) akıl nimeti bahşetmiş, ona vahiy ile doğru yolu göstermiş ve akıl sahiplerine mahlûkat üzerinde tefekkür etmeyi, ibretler almayı emretmiştir.”
Her akl-ı selîm sahibi kimsenin anlayacağı açık delilleri kavra­manın, mârifetullahı pekiştireceğini Yunus sûresinin 101. ve Enbiya sûresinin 30. ayetleriyle ispatlıyor, Gazzâlî: “De ki: Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)” ve “Her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?”
Eserde semanın, gök cisimlerinin, yeryüzünün, denizin, suyun, havanın, insanın, hayvanların, bitkilerin yaratılışındaki hikmetler ayrı ayrı anlatılıyor. Ancak bu hikmetler insanın idrak kapasitesiyle sınırlı.
Mehmet Akıncı, İmam Gazzâlî’nin bu kitabı yazmakla neyi hedeflediğini şöyle anlatıyor: “Aklın alamayacağı büyüklükte ve sayıda cisimleri içinde bulunduran kâinatın ne direkleri vardır ne de tavana asılı vaziyettedir. Sadece bunu bile düşünmek Allah’ı (cc) tanı­maya, O’nun yüceliğini anlamaya yeter. Akl-ı selîm sahibi bir insan yaratılış harikaları üzerine düşündükçe mârifet ve yakîni artar, Rabb’ine boyun eğme gereği duyar…”
En büyük ibret kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğunu söyleyen İmam Gazzâlî, Allah’ı (cc) tanıma yolunun, kâinat kitabını okumaktan geçtiğini vurguluyor. Akıncı, İmam Gazzâlî’nin kitapta, Peygamber Efendimiz’in (sas) İsrâ’da göğe yükselerek Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar vardığını, aklın idrak edeme­yeceği şeyleri gördüğünü, dünya ve âhirete taalluk eden hakîkatlere vâkıf olduğunu söyleyerek, Efendimiz’in (sas) ne kadar çok şey bildiğini anlatıyor. Ancak buna mukabil olarak, O’nun (sas), “Rabbim, benim ilmimi artır.” demekle emir olunduğunu söylüyor.
‘Sana lazım olan ihlâstır’
İmam Gazzâlî, ilk öğrenimini Tus’ta Ahmed bin Muhammed er-Razikânî’den alır, daha sonra Cürcan şehrine giderek Ebû Nasr el-İsmailî’den eğitim görür. Ardından 28 yaşına kadar Nişabur Nizamiye Medresesi’nde okur. Hocası İmam-ı Harameyn lakaplı Abdülmelik el-Cüveynî 1085 yılında ölünce, Büyük Selçuklu Devleti’nin veziri Nizamülmülk’ün yanına gider. Nizamülmülk’ün huzurunda bir toplantıda verdiği cevaplarla diğer bilginlerden üstünlüğünü kanıtlayarak 1091 yılında Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’nin baş müderrisliğine tayin edilir. Bir zaman sonra medresedeki görevini bırakarak 1097 yılında hacca gider. İbni Kesir, “Gazzâlî’nin konuştuğu/yazdığı her alanda dünyanın en zeki insanı olduğunu ortaya koyduğunu” ifade ediyor. İmam Gazzâlî’nin son demlerinde öğrencilerinden biri kendisine tavsiyede bulunmasını isteyince, “Sana lazım olan ihlâstır.” demiş ve bu sözü ruhunu teslim edinceye kadar tekrar etmiş.

Ne kadar az şükrediyoruz


Ne kadar az şükrediyoruz

5 Eylül 2014, Cuma
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Rabb’in hoşnutluğunu kazanma ve kulluğun hakkını verebilmek için dört esas olduğunu söylüyor: ‘Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak’. Bu esaslar içinde en önemlisinin ise şükür olduğuna işaret ediyor.
Şükretmeden mi yaşıyoruz? Yahut ne kadar şükrediyoruz? Başka bir deyişle gerçek şükürle tanışmadığımız için mi nimetler artmıyor? Allahü Teâlâ, İlahi Beyan’daki birçok ayet-i kerime ile kullarını ehemmiyetle şükre davet ediyor. Âl-i İmran Sûresi’nde şükredenleri mükâfatlandırmayı vaat ederken, İbrahim Sûresi’nde “Şükrederseniz, elbette daha çok veririm.” buyuruyor. Rahman Sûresi’nde otuz bir defa geçen, “Rabb’inizin nimetlerinden hangi birini inkâr edeceksiniz.” ifadesiyle ise şükürsüzlüğün bir tekzib ve inkâr olduğunu gösteriyor.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 28. Mektup Beşinci Mesele’de şükür konusunu müstakil olarak ele alıyor. Risale-i Nur eserlerinde sık sık ve değişik vesilelerle bu konudan bahseden Üstad için şükür, tefekkür sisteminde son derece önemli kavramlardan. Hacim olarak küçük, muhteva açısından büyük olan Şükür Risalesi’nde Üstad Hazretleri, şükrü ahlâkî ve tasavvufî bir kavram olarak ele alıyor. O’na göre şükür, “Âlemin yaratılışının (hilkat) en önemli neticesidir.”
Şükür ve hamd, birbirinden farklı iki kavram
Şükür hakkında çok söz söylenmiş, bu kavramın birçok tanımı yapılmış. Müfessir Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı eserinde şükür kavramını tanımlarken şükür ve hamd kelimeleri arasındaki farkı şöyle değerlendiriyor: “Şükür, geçmiş olan bir nimete kavlen, fiilen veya kalben Mün’imini tazim ile mukabele etmektir. Sadece fiilen veya kalben yapılan şükür ne medihtir ne hamd. Lâkin lisan ile kavlen yapıldığı vakit hem hamd hem medih olur ve bu hamd şükrün başıdır. Hamd ve şükür, ikisi de bir hakk u hakikat aşk u inşirahı ve binaenaleyh ahlâkı olmakla beraber, hamdde mana-yı şevk, şükürde mana-yı sadakat daha barizdir. Bu suretle şükür bir mâzi-i mütehakkıkın hatıra-i tebcili olduğundan daha zor, yapanları daha azdır.” Fethullah Gülen Hocaefendi ise şükür ile hamdin farklılığına şu şekilde dikkat çekiyor: “Şükür, mevcut bir nimet karşılığında Allah’a mukabelede bulunma demektir. Hamd’de ise bir mukabele meselesi söz konusu değildir. Bu itibarladır ki bu dört esas arasında hamd değil de şükür tabiri kullanılmıştır. Aslında burada ciddî bir şekilde şuura parmak basma hususu da söz konusudur.” Şükür konusu üzerinde tafsilatlı bir şekilde ilk duran mütefekkirlerden İmam Gazzali de şükrü sabırla birlikte ele almış. Şükür konusunu detaylı bir şekilde inceleyerek tevhid ile şükür arasındaki ilişkiye dikkat çekmiş. Bu kavramın hakikatini kavrayabilmek için şükrün, ilim/bilme, hal/hissetme ve amel/yapma olmak üzere üç ciheti bulunduğuna işaret etmiş. Bu sebeple şükür, kısaca ‘nimeti, nimeti verenden bilme, nimetin verilmesinden dolayı mutluluk hissetme ve nimeti veren kişinin maksadına ve sevgisine uygun bir şekilde davranma’ olarak tanımlanmış.
İlahi nimetlerin terki değil, şükrü gerekiyor
Bediüzzaman Hazretleri, şükrü; “Nimetleri doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmektir.” şeklinde tanımlıyor. Bu sözüyle o, şükrün, bilme, dile getirme ve hissetme şeklinde Gazzali’nin de temas ettiği üç farklı yönü üzerinde duruyor. Ancak nimetlere ihtiyaç hissetmeyi, son merhalede zikrederek, bu duyguya sahip olmanın önemine ve zorluğuna işaret ediyor. Bediüzzaman, nimetin nimet olduğunun farkına varmak ve kıymetini takdir etmeyi ‘manevî şükür’ mefhumu içinde değerlendiriyor. Nimetin kıymetini bilme esasına dayalı iktisatlı yaşamayı ve nimetin kıymetini anlamayı temin eden orucu ‘manevi şükür’ olarak nitelendiriyor. İsraf ve iktisatsızlığın şükrün zıttı olduğunu, “Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıddır, nimete karşı zararlı bir küçümsemedir. İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.” sözleriyle ifade ediyor. Musibet ve hastalık zamanlarında Cenab-ı Hakk’a karşı şükür hisleriyle dolu olmanın, nimetin ve sağlığın değerini anlamamızı temin eden en samimi kulluk hali olduğunu; “Musibet zamanında yapılan şükür, musibetin her saatini bir gün ibadet hükmüne geçirir. Zira bu tür ubûdiyete riya giremez.” şeklinde değerlendiriyor. Bediüzzaman, bazı mutasavvıfların ‘terk-i dünya’ anlayışına karşı ‘şükr-ü mutlak’ kavramını öne çıkarıyor. Dünya nimetlerinin terkini değil, İlâhî nimetlerin kıymetinin bilinip hakkıyla tanınması ve Rahmet-i İlâhiye’nin lütufları üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini söylüyor.
Şükrün de kazası var
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Mesnevi-i Nuriye Zeylü’l-Habbe’de şükrü şu şekilde değerlendiriyor: “İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkal ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir. Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin her birisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin enva’ına bir fihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde, ‘Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstehak oldun? Ve şükründe bulundun mu?’ diye suale çekileceksin. Çünki vukua gelen haller suale tâbidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir. Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır. Gelecek ahvalin ademdir. Vücud mes’uldür, adem ise mes’ul değildir. Öyle ise mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.”
Hayatın gayesi
Fethullah Gülen Hocaefendi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin şükür konusundaki beyanatlarını şu şekilde değerlendiriyor: “Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar’da, kâinatın gayesinin hayat, hayatın gayesinin de şükür olduğunu ve bunun aksine, hayatın gayesini, ‘Rahatça yaşamak, gafletle lezzet peşinden koşmak ve heveskârâne nimetlenmektir’ şeklinde tarif edenlerin hayat hakikatine karşı küfrân-ı nimette bulunduklarını ifade eder. Mektubat’ta da, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesinin iman-ı billâh olduğunu belirtir. Klasik kitaplarda şükrün nevileri çerçevesinde kavli, fiilî ve hali şekillerinin olduğu üzerinde durulmuştur. Vakıa bunlara fikrî şükrü eklemek de mümkündür. Evet, insan, kafasında sürekli olarak topyekûn varlık ve insanlığın mazhariyetlerini düşünmesi, bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın nimetleri olması itibarıyla fikrî birer şükürdür. Bunları, yer yer diline dolayıp tekrar etmesi kavlî şükür; diliyle söyleyip ibadet ü taatla mukabelede bulunması fiilî bir şükür ve bütün bu hususları sürekli vicdanında duyup yaşaması ve bu duyuşlarını tavırlarıyla ifade etmesi de hali bir şükürdür.”

Meal, nasıl okunmalı?


Meal, nasıl okunmalı?
ÖZEL HABER

12 Eylül 2014, Cuma
Kur’an-ı Kerim’in dili Arapçayı bilmemek O’nu anlamamak için bir mazeret değil. Günümüzde bu ihtiyacı karşılamak için pek çok vesile var. Onlardan biri de meal. Ancak ehliyetsiz kişilerin yazdığı meallerin yanlış anlaşılmalara sebep olduğunu da unutmamak gerek. 
Anlaşılmak ve yaşanmak için insanlığa armağan olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim, muhataplarından bir beklenti içinde. O beklenti ise, okuyanın okuduğunu anlaması ve yaşaması. Nitekim Allah (cc) Sad Sûresi’nde, “Biz sana feyizli, kutlu bir kitap indirdik ki insanlar onun ayetlerini iyice düşünsünler ve aklı yerinde olanlar ders alsınlar.” buyuruyor. Müfessirlere göre bu kabil ayetler, kitabın manalarının diğer dillere çevrilmesini gerektiriyor. Meal, bu beklentiye en kolay ve aşağı derecede cevap veriyor. Zira detaylı olmasa da okuyan, kısa ve genel bir şekilde tilavet ettiği ayet ya da sûrede ne dendiğini anlamış oluyor.
Kur’an-ı Kerim’in dili Arapçayı bilmemek O’nu anlamamak için bir mazeret teşkil etmiyor. Bugün bu ihtiyacı karşılamamız sağlayacak pek çok vesile var. Meal de bu vesilelerin başında geliyor. Ancak kitap raflarında birçok meal var. Bu durum okuyucu için kolaylık teşkil etse de ehliyetsiz ve özensiz olarak yapılan kimi mealler, ayet-i kerimelerin farklı anlamlarda anlaşılmasına sebebiyet verebiliyor. İlahiyatçılar da bizi meal seçiminde ehil insanların elinden çıkan çalışmalara yönelme konusunda uyarıyor. Çünkü Arapça’da bir kelime bazen birçok farklı anlama gelebiliyor. Yanlış kullanıldığında ise okuyucuyu ayetin hikmetinden uzaklaştırabiliyor.
Tefsir Profesörü Muhittin Akgül, Kur’an’da, siyak-sibak bağlamında farklı anlamlara gelen kelimeler, veciz ifade, deyim, mecaz ve teşbihler gibi dil açısından dikkat edilmesi gereken pek çok özellik olduğuna dikkat çekiyor. Bunlar tam bilinmeden veya her iki dil çok iyi bilinip de ikisi de iyi bir şekilde kullanılmadan, böyle bir aktarma veya çevirinin başarı ihtimalinin oldukça zayıf ya da yok olduğunu söylüyor. Tefsir Profesörü Davut Aydüz de meal yazmak için sadece Arapça bilmenin yeterli olmayacağına işaret ediyor. Her mealin bir bakıma tefsir olduğuna dikkat çeken Aydüz, “Meal yazanların bir müfessirin bilmesi gereken ilimleri bilmesinde fayda var. Bir müfessirin bilmesi gereken ilimler de ilgili kitaplarda, 15 kadar. Bugün maalesef, bilen de bilmeyen de herkes meal yazıyor, çünkü mealler çok satıyor.” diyor. Meal ve tefsir yazarken sahih din anlayışının önemli olduğuna dikkat çeken Aydüz, hem itikadı zayıf, hem de niyeti bozuk insanların yazdığı meal ve tefsirlerin çok zarar verdiğini belirtiyor. Piyasada inanmayan veya imanı zayıf kimselerin yazdığı tefsir ve meallerin bulunduğunu söylüyor.
Her mealin kısa bir tefsiri olmalı
Allahü Teâla, Kur’an-ı Kerim’i sadece Arapça bilenlere değil, her dil ve her ırktan insanlara rehber olarak göndermiş. İlahi bir armağan olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim’i, insanların anlamaya çalışmasını, etraflıca düşünmelerini istemiş. Tefsir Profesörü Suat Yıldırım, tefsir ve tercüme olmazsa, kitabın manasının anlaşılamayacağına ve ayetler üzerinde düşünülemeyeceğine dikkat çekiyor. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’in manaları tefsir eserleriyle açıklanıyor. Kur’an’ın üslup hususiyetleri, özellikle veciz ifadesi sebebiyle birçok durumda ayette birden fazla mana ihtimali ortaya çıkıyor. Tefsirde bunlar ayrı ayrı yazılıyor. Fakat meal hazırlayan, o ihtimallerden bir manayı tercih ederek tercüme ediyor. Bunun için her meal kısa bir tefsir olmaya mahkûm. Prof. Yıldırım, Türkçe bir mealin işlevinin, Türkçe bilenlerin manaya kolay ve net şekilde ulaşmalarını sağlaması gerektiğini söylüyor. Meal yazarının, doğru mananın yanı sıra açık Türkçe ifade konusunda bir üslup çilesi çekmesi gerektiğini aktarıyor. Yıldırım, metne sadık kalma iddiasıyla böylesi bir çalışmada dikkat edilmesi gerekenin Türkçe anlatımın tuhaf hale getirilmemesi ve okurun ürkütülmemesi gerektiğini şöyle anlatıyor: “Mesela, Fatiha Sûresi’nde ‘Ceza gününün Malik’ i’ tuhaflığı ve Türkçe yönünden yanlışlığı yerine ‘hesap gününün tek hâkimi’; ‘Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı’ müphemliği yerine ‘Allah gökleri ve yeri  ciddi bir maksatla yarattı’; ‘Onlar Allah’ı aciz bırakıcı değildirler’ tuhaflığı yerine tefsirlerde belirtildiği üzere ‘Onlar kaçıp Allah’ın elinden kurtulamazlar’; ‘Namaz kılmakla emrolundum’ yerine ‘Namaz kılmam emredildi’ demek tercih edilmeli.”
  Kur’an-ı Kerim’in mealinin, derisi yüzülen bir nesneye benzemekten öteye geçemediğini belirten Prof. Dr. Muhittin Akgül ise Kur’an’ın mucizeliğinin O’nun orijinal lafzında olduğunu söylüyor. Meallerle yetinmenin bazen insanı şüphelere de sevk edebileceğini aktarıyor. “Hele kişi, Kur’ân’ı okuduğunda, onu meallerden ibaret zannediyorsa, böyle bir meal okuma, okumamaktan daha iyidir.” diyen Prof. Akgül, meal okuyucularına şunları tavsiye ediyor: “Hiçbir meal, Kur’an’ın bütün manalarını, mazmunlarını ve muhtevasını ihata edemez. Goethe, Shakespeare ve Tolstoy gibi edebiyat üstadlarının eserlerinde bile tercümelerinden okunduğunda orijinalindeki akıcılığı, edebi tasvir mükemmelliğini bulmak mümkün değil. Söz konusu, Yüce Allah’ın kelamı olunca, onun kapsamlı mana, mazmun ve muhtevasını aksettirerek bir tercüme veya mealinin yapılması bütün bütün imkânsız. Dolayısıyla meal okuyan, Kur’ân değil de, onun okunan dile aktarılmış, pek çok anlamdan sadece bir tanesini yansıtan bir metin olduğunu hatırdan çıkarmamalı. Mealin asla bir Kur’ân olmayıp, Kur’ân’ın bütün güzelliklerini göstermekten uzak olduğunu unutmamalı.”
Muhittin Akgül, ‘kısa da olsa açıklamalı’ bir mealin, yüzeysel tercümeden daha faydalı ve sakıncaları izale etme açısından daha iyi olduğunu söylüyor. Okunan meal değil de sanki Kur’an’mış gibi telakki edildiğinde okuyucunun aklına haşa “Kur’ân bu mu?” şeklinde bir vesvesenin gelmesine de vesile olabileceğini aktarıyor. Bu açılardan mealden ziyade bir tefsirin okunmasının daha faydalı olacağına işaret ediyor.     
 Prof. Dr. Davut Aydüz de Arapça bilmeyen insanların Kur’an mesajından istifade edebilmeleri için meal yazılmasının gereklilik olduğunu belirtiyor. İnsanların Kur’an’ı anlayabilmeleri, Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenmeleri için de için meal veya tefsir okumalarının gerekliliğini söylüyor. Ancak bazı meallerin okuyucuya faydadan çok zarar verdiğine dikkat çeken Prof. Aydüz, “Bugün işin ehli olan da olmayan da meal yazıyor. Zira meal çok satılıyor. Dolayısıyla okuyucu bu konuda seçici davranmalı, kendisi iyi ve faydalı mealleri diğerlerinden ayıramıyorsa bir bilene, işin ehline sormalı.” diyor.
Meal nedir?
Âlimler, Kur’an’ın kelimesi kelimesine tercümesinin mümkün ve caiz olmadığında ittifak etmiş, onun için ancak ‘tefsirî tercüme’sinin yapılabileceğini belirtmişler. Dolayısıyla her meal ister istemez kısa bir tefsir.  Türkiye’de tercüme yerine, ‘Kur’an’ın tam bir tercümesi olmayıp yaklaşık manayı ifade eden eser’ anlamında ‘meal’ terimi kullanılıyor. Bunun içindir ki meal, Kur’an değil. Öyle olsaydı namazda okunabilir, hüküm çıkarmada gerçek bir merci olabilirdi. Meallerin birbirlerinden farklı olmaları da bundan ileri geliyor. Aksi takdirde hepsinin birbiriyle aynı olması gerekirdi.
Kur’an mu’cizinsan aciz
Prof. Dr. Suat Yıldırım: “Kur’an mealinin mükemmel olamayacağı bir gerçek. Herkesi, özellikle tefsire vâkıf olanları tatmin etmesi mümkün değil. Onun içindir ki meal yazarları iddiadan uzak, aciz olduklarını bilmeli. Seleflerimizin gayretlerini yıkıcı tenkitle değil, takdirle yâd etmeliyiz. Aslında mükemmel meal ve tefsirden insanı aciz bırakan, Kur’an’ın i’cazıdır. Yani Kur’an mu’ciz, beşer acizdir. Bununla beraber; dilek, temenni ve eleştirilere rağmen dikkatle okuyan kimse, meallerin ekserisinden ayetlerin genel anlamını öğrenebilir. Bu kadarını da öğrenmek büyük bir kazanç. Meal mükemmel değil diye, meal okumaktan geri durmak, büyük bir kayıptır, Kur’an’ı anlama vecibesinden uzak kalmaktır.”
Meal okuyucuları tefsire müracaat etmeli
Prof Dr. Muhittin Akgül: Meal hazırlayan kişilerin hem Arapçayı, hem de meali aktaracağı dili çok iyi bilmesi gerektiğini söyleyen Tefsir Profesörü Muhittin Akgül, meal okuyucularına şunları tavsiye ediyor: “Meal okuyan öncelikle okuduğu mealin asla Kur’ân olmadığını, Kur’ân’ın bütün güzelliklerini yansıtmaktan uzak olduğunu unutmamalı. Mealde kapalı kalan yerlerle ilgili tefsirlere müracaat edilmeli. Bu tefsirlerin başında şüphesiz Elmalılı Hamdi Yazır geliyor. Sahasında uzman, hayatını bu işe adayan Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın mealini tavsiye ederim. Ayrıca Ali Ünal’in mealini de, özellikle ayetlere getirdiği açıklamalar açısından faydalı görüyorum.”
Kur’an, ‘bugün bana nazil oldu’ düşüncesiyle okunmalı
Prof. Dr. Davut Aydüz: Tefsir Profesörü Davut Aydüz, meal okuyucularının önce güvenilir ve faydalı bir meal alıp daha sonra vaktinin uygunluğuna göre bir plan program içinde dikkatli şekilde meal okuması yapması gerektiğini söylüyor: “Kur’ân, âlemlerin Rabb’inden bize gelmiş en mühim bir mesaj. Onun için de okurken, sevgiliden gelen bir mektup gibi okunmalı. Gazete, roman ve hikâye okur gibi okunmamalı, yoksa istifade edilmez. Ayrıca Kur’ân, bugün bana daha yeni nâzil oldu düşüncesiyle okunmalı, bütün âyetler direkt bana hitap ediyor diye düşünmeli. Kâfirlere, münâfıklara, ehl-i kitaba hitap eden âyetler de bana hitap ediyor diye düşünerek okunursa çok istifade edilir. Meal okuyucularına üç sebepten dolayı Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın meâlini tavsiye ediyorum. 1.Suat hocam, bu işin uzmanı, ehli birisi. Emekli tefsir profesörü, hem Türkçesi, hem de Arapçası çok iyi. 2.Mealin baskısı çok güzel ve okunaklı. 3.Açıklamalı bir meal. Anlaşılması zor olan yerlerde hocamız güzel ve faydalı açıklamalar yapmış.”

Namaz sonrası okunan aşirler..

Namaz sonrası okunan aşirleri ihmal etmeyin

Namaz sonrası okunan aşirleri ihmal etmeyin
ÖZEL HABER

 - İSTANBUL
7 Şubat 2014, Cuma
İşlerimizin yoğunluğunu bahane ederek vakit namazlarını aceleyle kılıyoruz. Namazı ikame ettikten sonra tesbihleri çekmiyor, bazı âyetleri okumayı da ihmal ediyoruz. Böyle yaparak neleri kaçırdığımızın farkında mıyız?
Aceleyle kılınan namazlar, eksik zikirler, ihmal edilen dualar… Günlük işlerimizin yoğunluğunu bahane ederek özellikle vakit namazlarını hızlı bir şekilde kılıyoruz. Sonrasında tesbih çekmeden, namaz sonrası kabul olunacağı müjdelenen duayı etmeden kalkıyoruz Yüce Allah’ın (cc) huzurundan. Her vakit namazdan sonra tesbihat yapılırken,  sonunda da Kur’an-ı Kerim’den ayetler okunur. Duası ve tesbihi eksik namazın, zarfa konulduktan sonra yollanmamış mektuba benzetildiği söylenir. Bediüzzaman Said Nursi’ye göre namaz sonrası çekilen tesbihler, namazın çekirdekleri hükmünde.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyi vesellem), namaz sonrası çekilen tesbih ve duaların önemini Ebû Hureyre’den rivayetle şöyle ifade ediyor: “Her namazdan sonra kim 33 defa sübhânallah, 33 defa elhamdülillah, 33 defa Allahü ekber der, yüze tamamlamak için de ‘Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l mülkü ve lehü’l hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derse günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir.”
Bir de namazların ardından okunan âyet veya sûreler var. Mesela, sabah namazının ardından ‘Lâ yestevi’ yani Haşir Sûresi’nin son üç ayeti, öğlen namazının sonunda Fetih Sûresi’nin son ayetleri okunur. Bu ayetleri okumanın önemini Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Davut Aydüz’e sorduk. Namazlardan sonra okunan âyetlere aşir denildiğini ifade eden Aydüz, ‘Âmenerrasûlü’ ve ‘Hüvallahüllezî’ ayetlerinin namaz dışında da okunması gerektiğini dile getiriyor. Aydüz, Haşir sûresinin ‘Hüvallâhüllezi’ şeklinde başlayan son ayetlerinin ölümden başka her derde şifa olduğuna değiniyor. Selam verip namazdan çıktıktan sonra Allah’ı zikretmenin, Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi vesellem) öğrenilen duaları yapmanın ve günahların affedilmesi için yalvarmanın sünnet olduğunu söylüyor Aydüz. Beş vakit namazın arkasından okunan Âyetü’l-kürsi’nin de öneminin büyük olduğuna değinerek, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) bir hadis-i şerifini hatırlatıyor: “Kim farz namazdan sonra Âyetü’l-kürsî’yi okursa, cennete girmesine ölümden başka bir şey engel olmaz.”
En hayırlı amel, Allah’ı zikretmek
İlahiyatçılara göre dua ve âyetleri okumak fıkhi açıdan şart olmamasına rağmen kulluk bilincini artırır. Tesbih ve duasız bir namaz eksik değildir ama dört başı mamur bir namaz da değildir. Hadislerde de zikir ve namaz sonrası okunan ayetlerin önemine işaret edilmiş, en hayırlı amelin Allah’ı zikretmek olduğu vurgulanmış.
Konuyu bir misalle açıklayacak olsak, bir futbol karşılaşması bile doksan dakikada bitmiyor. Maçın ardından saatlerce spor kanallarında yorumlar yapılıyor, zihinler meşgul ediliyor. Bir maça bu kadar vakit ayırabilirken, namazlarımız bir kaç dakika geç bitse ne olur? Bu vakit belki de bize af ve mağfiretin kapılarını açacak. Karar sizin…
Sabah namazı-akşam namazı
Hüvallahüllezi (Haşr Sûresi’nin son üç ayeti)
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem), Tirmizi’de nakledilen bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Kim sabahleyin üç kere eûzu besmele çektikten sonra Haşr Sûresi’nin sonundaki üç ayeti okursa, Yüce Allah onun emrine yetmiş bin melek verir. Onlar akşama kadar o kişiye dua ve istiğfar ederler. Eğer o gün ölürse şehit olarak vefat etmiş olur. Her kim de akşam aynı şekilde okursa onun durumu da sabah okuyan kimseninki gibidir.” Kenzu’l-Ummal’in rivayetine göre, “Allah’ın İsm-i A’zam’ı (en yüce ismi) Haşr Sûresi’nin sonundaki altı ayettedir.”
Öğle namazı
Lekad Sadakallâhü (Fetih Sûresi’nin son üç ayeti)
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) şöyle buyurur: “Bir kimse Fetih Sûresi’ni okursa, Mekke fethinde Resulullah ile beraber bulunmuş gibi sevap kazanmış olur.” Buhari’de geçen bir hadis-i şerifte Hz. Ömer (ra), Resulullah’ın (sallallahu aleyhi vessellem) şöyle dediğini nakleder: “Dün gece bana öyle bir sûre vahyedildi ki o, Benim için, bütün dünyadan ve dünyada olan her şeyden daha sevimlidir. O sûre ‘İnnâ fetehnâ’ sûresidir.”
İkindi namazı
İnne li’l-Müttekîne (Nebe Sûresi’nin son on ayeti)
Zemahşeri ve Beyzavi’ye göre ‘Amme Yetesâelûne’ ile başlayan Nebe Sûresi’ni kim okursa, Allah kıyamet gününde ona soğuk bir içecek içirir. Kim Nebe Sûresi’ni ikindi namazından sonra okursa Allah onun rızkını genişletir. Ona dünya dağları ağırlığınca iyilikler yazılır. Kıyamet günü Yüce Allah her bir kulunu nurlu kılar. Dünyadan cennetteki makamını görmeden de çıkmaz.
Yatsı namazı
Âmenerrasûlü (Bakara Sûresi’nin son iki ayeti)
Bu iki ayet Miraç hediyesidir. Buharî’de yer alan bir hadis-i şerifte, “Bakara Sûresi’nin son iki ayetini geceleyin kim okursa o iki ayet ona kâfi gelir.” buyruluyor. Tirmizî’de geçen rivayete göre ise Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), bu âyetteki dualarla dua ettiği zaman Allah tarafından ‘Peki yaptım.’ buyurulmuştu.

Namazların ardından okunan ayetlerin faziletleri…

Kur’an-ı Kerim’in her bir sûre ve âyeti büyük bir kıymete sahip. Ancak bazı sûre ve âyetler var ki, Kur’an-ı Kerim ve Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) onların faziletlerine ayrıca vurgu yapıyor. Prof. Dr. Davut Aydüz, yatsı namazının akabinde ve yatmadan önce okunan Bakara Sûresi’nin son iki ayetinin (Âmenerrasûlü), sabah ve akşam namazlarından sonra okunan Haşr Sûresi’nin son üç ayetinin (Hüvallâhüllezî), öğle namazından sonra okunan Fetih Sûresi’nin son üç ayetinin (Lekad sadakallâhü) ve Nebe Sûresi’nin son on ayetinin (İnne li’l-müttekîne) Müslümanlar için ayrı bir öneme sahip olduğunu söylüyor. Namazlardan sonra okunacak bazı ayetleri, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vessellem) bizzat kendisi tavsiye ediyor. Davut Aydüz, ‘Lekad sadakallahü’, ‘İnne li’l-müttekîne’ ayetlerinin faziletine dair hadis-i şerif nakledilmemiş ise de, sûrenin genelinin faziletiyle ilgili birçok rivayet bulunduğunu söylüyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin bu ayetleri öğle ve ikindi namazlarının akabinde okuduğunu ve tavsiye ettiğini de sözlerine ekliyor.

Esmaü’l-Hüsna ile huzurlu hamilelik

Bebek bekleyen anne adayları, bebeğin gelişimini derinlemesine araştırıyor. Hangi ayda, hangi uzuvlar ne kadar gelişiyor? Peki bu gelişim sürecinin Esmaü’l-Hüsna ile ilişkisi nasıl? Cevabı ‘9 Ay 99 Esma’ kitabında…

 
Sancılar, kadına Allah’ın ikramı
Radyo ve televizyon programları yaparken bir yandan da çeşitli dergilerde yazılar yazan Ayşegül Akakuş Akgün’ü bu kitabı çıkarmaya teşvik eden şey oldukça zor ve sancılı geçirdiği hamilelik dönemi olmuş. Aylar boyu yediği yemek bir türlü midesinde durmayan, ağrıları dinmeyen, çoğu kez de bu sebeple hastanelik olan Akgün, bu süreç içinde en büyük desteği annesinden görmüş. Annesinin kendisine sürekli, “Bunlar sana Allah’ın ikramı.” diyerek hatırlatmada bulunduğunu anlatıyor kitapta. Tüm bu sağlık sorunları arasında verilen ilaçlar nedeniyle “Ya bebeğime bir şey olursa!” korkusu başlamış bir de. Hal böyleyken doktorların çaresiz kaldığı anda Yaradan’a sığınmakta bulmuş çareyi.

Şifanın kaynağı Esma’ül Hüsna’da gizli
Dua etmeliydi elbet. Lakin bir türlü karar veremiyordu nasıl etmesi gerektiğine. Onu Esmaü’l-Hüsna’ya götüren süreciyse şöyle özetliyor: “Hekimler her hastada farklı ilaç verip farklı bir kullanma talimatı uyguladıklarına göre ben de her günü birbirinden farklı sıkıntılarla zorlaşarak geçen hallerime uygun dualar etmeliydim. Fakat ferah bir dönem geçirmek için aklım, dilim ve kalbim ne söylemeliydi? Varlığın başlangıcı olan, varlığının sonu olan, içimdeki varlığı başlatan hep aynı varlıktı. Bir olan, tek olan, canımdan can yaratan ve varlığını devam ettirecek olan yine o idi. Her sebep ve sonuç her zaman O’na çıkıyordu. O halde yüce Allah’tan yine kendisini anlatan kelimelerle yani onun isim ve sıfatlarıyla istemeliydim ihtiyaçlarımı. Bu durumda her türlü halimizin şifresini içinde barındıran en mükemmel şifa kaynağı Esmaü’l-Hüsna’ydı.”

İlk hafta Ya Malike’l Mülk, son hafta Ya Vâcid

9 Ay 99 Esma’da, annelik süreci hafta hafta incelenerek Esmaü’l-Hüsna’nın tecellisi ele alınmış. İlk hafta için düşülen not şu şekilde: Farkında olsanız da olmasanız da şu an için büyük bir faaliyet var ve anne olacağınızdan habersiz dualar etmeye devam ettiğiniz şu günlerde içinizdeki değişimlerin farkında değilsiniz. İşte insan bu gibi durumlarda her ne kadar aciz olduğunu, nasıl da hiçbir şey bilmediğini bir kez daha anlıyor. Mülkün sahibine sonsuz şükürler olsun. Bu haftada Allah ve Malik’ül Mülk esmaları çekilmeli.
Sekizinci hafta: O istediğine istediği sureti verendir. Öyleyse bu haftanın esması güzel yaratmayla ilgili Ya Mübdi’ ve Ya Musavvir. Bebeğiniz kazandığı bütün özelliklerle artık insana benzemeye başladı. Sindirim sistemi ve akciğerler gelişmeye devam ederken beyni iki yarım küreye ayrıldı ve şu an her biri bir susam tanesi kadar küçük. Vücut yapısı, kol ve bacak taslakları çizildi. Eklemler, dizler ve dirsekler yaratıldı. El ve ayak parmakları da oluştu fakat henüz birbirinden ayrılmadı.
Yirmi birinci hafta: Bebeğinizin kırmızı kan hücreleri üretime başlıyor. Erişkin bir insanda yumruk büyüklüğünde, 21 haftalık bebeğinizde minicik olan kalp, onca önemli görevi yerine nasıl da getiriyor? Bu organ müthiş bir tefekkür meselesi ki bu haftaki zikrimiz Ya Kaviyy, Ya Vehhab.
Kırkıncı hafta: Bu hafta pek çok anne adayı için büyük buluşma gerçekleşecek. Hayırlı bir bekleyiş olması sebebiyle Ya Vacid ve Ya Fettah zikirlerini dilinizden düşürmeyin
.